Zaman ve Mekâna Müslümanca Bakış



Biz farkında olalım ya da olmayalım, zaman ve mekân kavramları hayatımızın tamamını kuşatır. Bizler bu dünyada insan olarak zaman ve mekândan bağımsız bir şekilde ne yaşayabiliriz ne de düşünebiliriz. Zira zaman ve mekân tarafından öylesine kuşatılmış bulunuyoruz ki, onların çevrelemediği bir alem, onların hükmünün geçerli olmadığı bir boyut düşünemiyoruz.

Zaman ve mekân algımız, “yaratılmış” olmanın gereğidir. Zira biz biliyoruz ki, yaratılmış olan her şeyin varlığı zaman ve mekânla kopmaz bir ilişki içindedir. Bütün yaratılmışlar bir zamanda ve bir mekânda var olmuşlardır mesela. Mekânsız bir mahluk düşünemeyeceğimiz gibi, zamanın kuşatmadığı bir mahluk da tasavvur edemeyiz. Bizim varlığımız, hareketlerimiz, doğumumuz, ölümümüz… hep bir zaman süreci içinde ve bir mekânda olmaktadır.

İşin ilginç yanı şu ki, zaman ve mekâna bağımlı olan sadece bizler değiliz. Onlar da birbirlerine bağımlıdır. Üzerinde zamanın hükmünün yürümediği bir mekân ve bir mekânda geçerli olmayan zaman yoktur.
Zaman ve mekân hakkında bütün bu söylediklerimiz doğru olsa da, müslümanlar olarak bu iki kavrama bakışımızı biraz daha ileriye götürmek için, onlara biraz daha yakından bakmak durumundayız.

Onlar da yaratılmıştır

Zaman ve mekâna bağımlı olmamak sadece Allah Tealâ’ya mahsustur. Zira zamanı da mekânı da var eden O’dur. Yani zaman da mekân da tıpkı bizler gibi birer yaratılmıştır; dolayısıyla onlar da diğer mahlukat gibi O’nun hükmünden ve emrinden bağımsız değildir.

“De ki: Göklerde ve yerde olanlar kimindir? De ki: Allah’ındır.” (En’am, 12) ayeti, bütün mekânların ve o mekânlarda bulunanların; “Gecede ve gündüzde barınan ne varsa O’nundur” (En’am, 13) ayeti de zamanın ve zaman tarafından kuşatılan bütün varlıkların Allah Tealâ’nın mülkü ve mahluku olduğunu ifade etmektedir. Dolayısıyla Allah Tealâ mekândan olduğu gibi, zamandan da münezzehtir.

İnsanın zaman ve mekândan bağımsız düşünemeyeceğini yukarıda söylemiştik. Bunun anlamı, bizim tefekkür ufkumuzun zaman ve mekân içinde var olan somut, mücessem ve müşahhas (elle tutulup gözle görülen, nesnel) varlıklarla sınırlı olmasıdır. Oysa Allah Tealâ’nın yüce zatı, “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” (Şûrâ, 11) ayetinin de ifade ettiği gibi hiçbir şeye benzetilemez. Bu sebeple Efendimiz s.a.v. bizi, Allah Tealâ’nın zatı hakkında tefekkür etmekten sakındırmış ve düşüncemizi, O’nun bahşettiği nimetlere yoğunlaştırmamızı tavsiye buyurmuştur. (Bu konudaki rivayetlerin topluca zikri ve değerlendirmesi için bkz. es-Sehâvî, el-Makâsıdu’l-Hasene, 159)

Zaman var, “zaman” var

Bizler zamanı, saat, güneşin ve ayın doğup batması, mevsimler gibi göstergelerle müşahede ve takip ederiz. Ancak zamanı mutlak olarak bu göstergelerden ibaret saymak, sabit ve değişmez olarak düşünmek büyük bir yanılgıdır. Söz gelimi gecenin bir vaktinde ağır bir hastalığın pençesinde kıvranan bir hasta için zaman çok ağır ilerler; sabah bir türlü olmak bilmez. Keza hapiste olanlar için “gün saymak” başlı başına bir işkence gibidir. Buna mukabil, çok sevdiği bir ortamda bulunan kimse zamanın nasıl geçtiğini bilmez.

Bu örnekler, zamanın, içinde bulunduğumuz ortama ve psikolojik durumumuza göre bizim için değişkenlik gösterdiğini anlatması bakımından önemli olmakla birlikte, daha önemli bir gerçek var: Zamanın değişkenliği.
Kur’an’da, “O (azap), derece ve makamların sahibi Allah’tandır. Melekler ve Ruh (Cebrail) oraya, miktarı (dünya yılıyla) elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.” (Me’âric, 3-4) buyurulmuştur. Bu ayet, zaman mefhumunun bizim bildiğimizden ibaret olmadığını, melekler için ve dünyanın dışında ayrı bir zaman mefhumunun söz konusu olduğunu açık bir şekilde ifade etmektedir. Aynı istikametteki bir diğer ayette de şöyle buyurulur: “O, gökten yere kadar olan bütün işleri düzenleyip yönetir. Sonra da o işler, sizin sayageldiklerinize göre bin yıl tutan bir günde O’nun nezdine yükselir.” (Secde, 5)

Bu ayetler vesilesiyle, bizim “geçmiş”, “şimdi” ve “gelecek” diye ifade ettiğimiz zaman dilimlerinin Allah Tealâ için kesinlikle söz konusu olmadığını bir kere daha ve yakından idrak ediyoruz. Kur’an’ın hükümlerinin ancak nazil oldukları dönemde geçerli olduğunu, günümüzde ise dünyanın hızla değiştiğini, dolayısıyla o döneme mahsus hükümlerin yenilenmesi (Din’de reform yapılması) gerektiğini söyleyenlerin Allah inancında ciddi bir arıza bulunduğunu söyleyip durmamızın sebebi budur.

Allah Tealâ için “dün”, “bugün”, “yarın” gibi kavramlar söz konusu edilemez. O, mutlak ilmiyle bizim için “dün” olan zaman dilimini nasıl biliyorsa, “bugün”ü de “yarın”ı da aynı şekilde biliyor. Öyleyse Din’in bazı hükümlerinin eskidiğini ve bugün için geçerliliğini yitirdiğini söylemek, Allah Tealâ’nın bizim yaşadığımız dönemi gereği gibi bilmediğini, dolayısıyla bugünü tanzim etmeye elverişli hükümler indirmediğini -hâşâ- söylemekten farksızdır.

Modern bilim de onaylıyor

Zamanın değişkenliğini modern bilim de itiraf etmektedir. Buna göre zamanın değişkenliği hıza bağlı olarak ortaya çıkar. Bir örnek verecek olursak: Aralarındaki yaş farkı dakikalarla sınırlı olan ikiz kardeşten birisini, ışık hızına yakın bir hızla hareket eden bir uzay aracıyla uzaya gönderme imkânımız olsaydı, döndüğünde dünyadaki ikizini kendisinden daha fazla yaşlanmış olarak bulacaktı. Keza 27 yaşındaki bir babayı aynı şekilde uzaya gönderebilseydik, orada dünyadaki zaman ölçüsüyle 30 yıl kalsaydı, geri döndüğünde 3 yaşındaki oğlu 33, kendisi ise 30 yaşında olacaktı. (Paul Strathern, Einstein ve Görelilik Kuramı, 57). Rüyalarımızda da aynı şey olmuyor mu? En fazla birkaç dakika süren bir rüyada birkaç gün süren bir serüven yaşayanlarımız az mıdır?

Belli bir hızın üzerine çıkıldığında zamanın daha yavaş ilerlediğini ifade eden bu satırları okuduğumuzda, ister istemez Efendimiz s.a.v.’in Miraç mucizesini hatırlıyoruz. Efendimiz s.a.v. zamanın ve mekânın ötesine uzandığı bu yolculuğu tamamlayıp Mekke’ye döndüğünde, yatağını bıraktığı gibi sıcak bulduğunu ifade etmiştir.

Gerek Miracı, gerekse Kur’an’da anlatılan Ehl-i Kehf (mağara arkadaşları) olayını ve benzeri mucizeleri bizler mümine yaraşır teslimiyetle “inandık ve tasdik ettik” diyerek tam bir itminan içinde ve “mucize” olduklarının bilinciyle kavrarız. Bunlara inanmak için akıl ve bilim tarafından tasdik edilmelerini beklemeyiz. Zira biliriz ki, bazı çevrelerin “akıl, bilim…” diyerek itiraz ettiği bu ve benzeri hususların bir kısmını aslında akıl da bilim de inkâr etmez; birçoğunda ise akıl da bilim de yaya kalmıştır.

Varlıklar arasındaki üstünlük hiyerarşisi

Zaman ve mekâna müslümanca bakışı konuşurken, mutlaka ifade etmemiz gereken bir başka boyut daha var: Varlığı var eden, varlıklar arasında belli mertebeler bulunmasını da murad etmiş. Mesela insana bahşettiği akıl, irade gibi özelliklerle onu hayvandan üstün kılmış. İnsanlar arasında da belli bir üstünlük sıralaması var. Müminler diğer insanlara göre Allah Tealâ nezdinde mutlak bir üstünlük sahibidir. Zira iman etmiş olmak, insanlık adına sahip olabileceğimiz değerlerin en üstünüdür.
Müminler arasında da Peygamberler’in (hepsine salât ve selam olsun) müstesna bir mevkii vardır. Onlar vahye, yani Yüce Yaratıcı’nın kelâmına ve hitabına muhatap olmakla şereflerin en üstününe nail kılınmışlardır. Hatta onlar arasında da derece farkı vardır (Bakara, 253). Müminler arasındaki üstünlük mertebeleri muhtelif ölçütler çerçevesinde aşağıya doğru devam edip gider. Yazıyı uzatmamak için bu mertebelerin ayrıntısına girmeyeceğiz.

Bu durum, varlığa hakim kılınmış bir ilâhî kanunun göstergesidir. Melekler ve insanlar arasında bulunan bu üstünlük farkının, iyice düşünüldüğünde diğer canlılar arasında da mevcut olduğu görülecektir. Söz gelimi kurban olarak kestiğimiz ve böylece kendileri vasıtasıyla Allah Tealâ’ya yakınlık elde ettiğimiz hayvanlarla, istisnasız her şeyi haram kılınmış olan domuzu aynı kefede görebilir miyiz?

Mekânlar arasında üstünlük farkı

Buna benzer bir farklılık mekânlar arasında da mevcuttur. Kur’an ve Sünnet, yeryüzündeki bazı mekânların diğerlerine göre daha üstün olduğunu bize haber vermektedir. Bunların başında Mescid-i Haram, Mescid-i Nebi ve Mescid-i Aksa gelir ki bunlar yeryüzündeki en mübarek mekânlardır. Kur’an’da bu hususta birçok ayet mevcuttur. Bunlardan birinde Mescid-i Haram’ın bulunduğu Mekke hakkında şöyle buyurulur: “Çevrelerinde insanlar kapılıp götürülürken bizim Mekke’yi güvenli ve kutsal bir yer kıldığımızı görmediler mi? Hâlâ bâtıla inanıp Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” (Ankebût, 67)

Mescid-i Aksa ve Kudüs’ün fazileti hakkında da Kur’an’da şu haberi görüyoruz: “Kulu Muhammed’i kendisine bazı ayetlerimizi göstermek için geceleyin Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.” (İsrâ, 1)
Kur’an’da ifadesini bulan bu hakikati Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz daha bir açıklığa kavuşturmuş ve şöyle buyurmuştur: “Şu benim mescidimde (Mescid-i Nebi’de) kılınan bir namaz, başka yerlerde kılınan bin namazdan daha üstündür. Ancak Mescid-i Haram’da kılınan namaz bunun dışındadır. Zira Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz, burada (Mescid-i Nebi’de) kılınan 100 namazdan daha efdaldir.” (Ahmed b. Hanbel, İbn Hibbân)
Yine şöyle buyurmuştur: “Üç mescit dışında (sırf içinde namaz kılmak maksadıyla) başka bir mescide yolculuk yapılmaz: Mescid-i Haram, benim mescidim (Mescid-i Nebi) ve Mescid-i Aksa.” (Kütüb-i Sitte ve diğerleri). Ulema bu rivayetlerden hareketle yeryüzündeki en faziletli mekânların Mekke, Medine ve Kudüs olduğunu söylemiştir. Bunların da kendi aralarında bir üstünlük sıralaması vardır ki zikrettiğimiz sırayla Mekke, Medine ve Kudüs şeklindedir. (İbn Hacer, Fethu’l-Bârî, 3/66-67)

Yeryüzündeki mukaddes mekânların en önemlileri bunlar olmakla birlikte, başka mukaddes mekânların da mevcut olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz. Tâ-Hâ suresinde Hz. Musa a.s.’a hitaben şöyle buyurulur: “Musa ateşin yanına gelince kendisine (tarafımızdan) şöyle seslenildi: Ey Musa! Muhakkak ki ben senin Rabbinim. Hemen pabuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes vadide, Tuva’dasın.” (Tâ-Hâ, 11-12) Bu ayette Tuva vadisinin mukaddes bir vadi olduğu açıkça zikredilmiş, böylece o vadinin diğer yerlere göre belli bir ayrıcalığa sahip bulunduğu belirtilmiştir.

Bizim, “Şerefu’l-mekân bi’l-mekîn” (bir mekânın üstünlüğü, orada bulunanın üstünlüğü sebebiyledir) düsturundan hareketle, başta Efendimiz s.a.v.’in kabr-i saadetleri olmak üzere Sahabe, evliya, ulema ve şüheda kabirlerine ayrı bir önem vermek, buralara türbeler yaparak şereflendirdikleri mekânları anıtlaştırmak şeklindeki geleneğimizin temeli de buraya dayanır.

Zamanlar arasında da üstünlük farkı vardır

Mekânlar arasında üstünlük farkı olur da zamanlar arasında olmaz mı? İlâhî kanun burada da işlemiş ve Kur’an’da mesela Kadir gecesinin bin aydan hayırlı olduğu haber verilmiştir. (Kadr, 1-5). Kur’an bu gece indirilmiştir ve yine bu gece Cebrail a.s. ile melekler her türlü işi tedvir etmek için yeryüzüne inmektedir.

Gecelerin en üstünü Kadir gecesi iken, günlerin en üstünü Cuma, ayların en üstünü de Ramazan’dır. Bu hususlarda pek çok hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Teberrüken Ramazan’ın fazileti hakkındaki rivayetlerden birini zikretmekle yetineceğiz: “Ramazan geldiği zaman Cennet’in kapıları açılır, Cehennem’in kapıları kapatılır ve şeytanlar zincirlenir.” (Buharî, Müslim)
Ramazan’la birlikte “Üç aylar” olarak isimlendirdiğimiz Receb ve Şaban aylarına, Kandil gecelerine, hatta sıradan günlerde seher vakitlerine (gecenin son üçte birlik kısmından güneş doğana kadar geçen süreye) ayrı bir ehemmiyet vermemiz, bu zaman dilimlerinin önemi hakkında gelen Nebevî haberlere dayanmaktadır.

Yeri gelmişken burada bir noktayı belirtmekte fayda görüyoruz: Şer’î günler akşamdan başlar. Her ne kadar alışılageldiği şekliyle gün güneşin doğuşuyla başlayıp gece saat 24’e kadar devam ediyorsa da, hicrî/kamerî takvim esasına ve zaman tayinine göre gün akşamdan başlar, ertesi gün akşam sona erer. Dolayısıyla geceler gündüzleri değil, gündüzler geceleri takip eder.

Bunun doğurduğu en önemli sonuç şudur: Ramazan hilalinin görüldüğü akşam Teravih namazı başlar. Çünkü Ramazan girmiştir. İzleyen gündüzde de oruç tutmaya başlarız. Şevval hilalinin görüldüğü akşam da Teravih namazı bitmiştir. Çünkü artık Bayram başlamıştır.

Kandil gecelerinin gündüzünde oruç tutulurken de yanlışlıklar yapıldığı yaygın olarak görülmektedir. Mesela 7 Eylül 2006 Perşembe günü akşamı Berat kandili idi. Bu kandilde oruç tutmak isteyenler 7 Eylül Perşembe günü değil, akşam kandili idrak ettikten sonra 8 Eylül Cuma günü oruç tutmalıydı.

İrfan sahibi halkımız bu mühim noktanın farkında olduğu için Anadolu’da bazı yörelerde hâlâ Perşembe günlerine “Cuma akşamı günü” denmektedir.

Hayatın mertebeleri

Zaman ve mekân hakkındaki bu değerlendirmelere son bir hususu daha ekleyerek yazıyı bitirelim. Varlıklar aleminde zaman ve mekânı, bizim bu dünya hayatında bildiğimiz/alıştığımız zaman ve mekândan ibaret saymanın ne büyük bir yanılgı olduğunu, Kur’an’da ve Sünnet’te yer alan birçok ikaz ve haber açık seçik bir şekilde dikkatimize sunmaktadır.

Mesela Kur’an’da şehitler hakkında şöyle buyurulur: “Allah yolunda katledilenlere ‘ölü’ demeyin. Bilakis onlar diridirler, ancak sizler (bunu) hissedemiyorsunuz.” (Bakara, 154). Benzeri bir diğer ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Sakın Allah yolunda katledilenleri ölmüşler sanmayın! Bilakis onlar diridirler; Rabbleri katında rızıklanmaktadırlar.” (Âl-i İmran, 169)

Bu ayetler bize, bizim “ölüm” dediğimiz hadisenin herkes için aynı şekilde cereyan etmediğini açık bir şekilde ihtar ediyor. Şehit cenazesi görenler bilirler; uzun yıllar önce şehit olduğu halde mübarek nâşı hiç bozulmadan durur onların. Hatta ellerindeki silahı sıkı sıkıya tuttukları görülmüştür. Yıllar, hatta yüzyıllar önce vefat etmiş bazı Allah dostlarının cenazesini görenler onların mübarek nâşının da bozulmadığını bilir.

Bütün bunlar bize, “hayat” dediğimiz hadisenin de mertebeleri olduğunu öğretmekte ve zamanı tek boyutlu, sabit ve mutlak olarak algılamanın ne büyük bir yanlış olduğunu açık seçik göstermektedir. Bizler bu dünyada hayatın sadece bir boyutunu yaşıyoruz. Şehitler başka bir boyutunu, evliyaullah da bir başka boyutunu yaşıyor.

Aynı şey mekân için de söz konusudur. İlgili ayetlerin delaletini hiçbir şüpheye yer bırakmayacak sarahate kavuşturan mütevatir hadisler bize Hz. İsa a.s.’ın yahudiler tarafından çarmıha gerilmek istenirken göğe kaldırıldığını açık bir şekilde haber vermektedir. Zamanı ve mekânı daracık bir pencereden gören bazı araştırmacılar, “Eğer Hz. İsa a.s. göğe kaldırıldıysa orada ne yapar? Bunca zamandır nasıl yaşar? Ne yer, ne içer, nerede barınır?” gibi sorular sorarak güya bu hakikati inkâra yeltenirler. Bilmezler ki Hz. İbrahim a.s.’ı yakmak üzere hazırlanmış çılgın ateşi gül bahçesine çeviren, yani zamana, mekâna ve mahlukata mutlak hakim olan Yüce Kudret, Hz. İsa a.s.’ı yemekten, içmekten ve soğuk-sıcak gibi arızî durumlardan etkilenmekten müstağni kılmaya ve binyıllarca yaşatmaya da elbette mutlak bir kudretle kadirdir…